Birde zaten acı gelince… Yani tüm gücüyle, bütün kapıları kırarcasına girince içeriye, hoyratça, belki birazda sinsice... Kimsenin sözü geçmez... Kendi sözü bile geçmez insanın kendine…
Acılar, Kederler, Üzüntüler…
Hepsi birer birer büyük bir özenle yolumuza dizilmiş, gizlenmiş ve farklı zamanlarda karşımıza çıkan küçük çakıl taşları yalnızca, ama aslında hepsi küçük birer altın değerinde.. –“Acıdan çakıl taşı mı olur?” deme sakın… Oluyor işte.. Bu da bir bakış açısı, yalnızca umut veriyor olsa bile.. Hem sen demez miydin “Nerden baktığına bağlı…” diye.. Aklımda, hep aklımda… Bu da öyle işte.... Nerden bakmak istediğine ve nerden baktığına bağlı.. -
Çakıl taşlarına, hatta bazen sarp kayalara rağmen devam edersin yola… Bazen biraz yavaşlar, belki de duraklarsın.. Ama her duraklamanın ardından; Umutların biraz daha yavaşlamış ve hayallerin biraz daha azalmış olarak devam edersin yola, yeniden, hatta belki de yeni baştan… Sonra bir yerlerde, yavaşlayan umutların yeniden hızlanır ve habis bir kanser tümörü gibi hızla yayılır, tükenen hayallerinin yerini yenileri alır.. Acılarının dindiğini, yüreğindeki yaranın artık kanamadığını hatta üzerinde kalın bir kabuk tabakasının oluştuğunu fark edersin, belki çok sonra… Ve ardından kabuk düşer, kırmızı bir yüzey kalır yalnızca o sızılı yaranın yerinde... Zamanla geçer mi bilinmez.. Yapılabilecek tek şey, yarayı kaşımamak.. Kuruyup dökülmesini beklemek… Küçükken, yaralarımın kabuk tutmasına bile izin vermeden kaşırdım, deliler gibi.. Annem her seferinde kızardı.. “Yapma, iz kalacak” diye.. Ama öyle güzeldi ki kaşımak, bir türlü engel olamazdım her defasında… Anısı hala bende, yüzümde azda olsa, sihirli birer oyuk gibi…
Şimdi bile kaşırım; Hem yaramı, hem yüreğimi…
Ama sen, sakın Yüreğini Kaşıma, olur mu?

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder