5 Eylül 2011 Pazartesi

Akşam ve Yağmur

Yine akşam oluyor, karanlıklar iniyor…. Olağan, alışılmış belki de sıradan ve beklendik…
Bulutlara tutunarak ve sonra ondan koparak düşüyor yağmur damla damla… Sokaklar ıslanıyor ve toplanıyor tezgahlar….  Yine akşam, yine yağmur… Kaçışıyor herkes, her şey, birbir…
Ağlamak için akşamı mı beklemiş?  Hep böyle mi olurmuş?  Geceyi mi beklermiş insan hüzünlenmek için, yada hüzün mü çökermiş ruhuna karanlık çökünce….
Oysa bu sabah… Daha bu sabah..
Ruhumla duyduğum börtü böceğin, çiçeğin çığlıkları, hala kulağında ruhumun… Kim bilir ne zaman, nerde koynuna düşmüş, delice bir  var olma heyecanıyla mağrur o bahar çiçeğinin, o çiğli tomurcuğun….
Yakınlarda değil elbette, uzakta çok uzaklarda buradan… Gözlerimle değil yüreğimle gördüm, içimde çırpındı, çıtırdadı kanat sesi, ve kanatlarının rüzgarı yaladı yüzümü, pırıl pırıl kadife tenine dokundum, bilinmedik bir hayata, delice bir özlemle  kanat çırpan ipek böceğinin… Bırakılmış bir yumurtaydı… Sadece bir tırtıldı oysa daha dün dut yaprağında…. Şimdi ıslanacak… Belki de yok olacak… Oysa delice hasretti kanat çırpmaya…

Akşam oluyor…
Yorgun ama kararlı…
Tereddütsüz boyun eğecek Güneş biliyor, gururlu ve vakar… Topluyor ışıklarını, kucaklıyor sıcaklığını ve süzülüyor ufuktan sessizce… Ufukta, uzakta bir kızıllık…
Hiçbir şey bitmiyor aslında, hep bitiyor gibi görünüyor yalnızca, hem de bazen en güzel yerinde… Hep yine, hep yeniden başlıyor, durmaksızın…  Şimdi başka başka ufuklarda yükselecek kızıllığı, biliyorsun…  Işığı ve sıcaklığı onunla… Tertemiz pırıl pırıl, yeni sabahların coşkusuna ortak olacak, biz hiç olmasakta..

Oysa burada karanlık… Akşam…
Güneş çekti ışıklarını, kor oldu o yakıcı ateşi,  kızıllığı bile yok artık…. Soğuğa bıraktı yerini…
Şimdi karanlık, şimdi akşam… Bir de yağmur...
Nasıl toparlamalı bu beni? Nerden başlamalı?  
Kurur elbet yağmurda ıslanan bedenim.. Peki ya ruhum… Onu nerelere asmalı...

Yüreğin-i Kaşı-ma...

Birde zaten acı gelince…  Yani tüm gücüyle, bütün kapıları kırarcasına girince içeriye, hoyratça, belki birazda sinsice...  Kimsenin sözü geçmez...  Kendi sözü bile  geçmez insanın kendine… 
Acılar, Kederler, Üzüntüler…
Hepsi birer birer büyük bir özenle yolumuza dizilmiş, gizlenmiş ve farklı zamanlarda karşımıza çıkan küçük çakıl taşları yalnızca, ama aslında hepsi küçük birer altın değerinde.. –“Acıdan çakıl taşı mı olur?” deme sakın… Oluyor işte.. Bu da bir bakış açısı, yalnızca umut veriyor olsa bile.. Hem sen demez miydin “Nerden baktığına bağlı…” diye.. Aklımda, hep aklımda… Bu da öyle işte.... Nerden bakmak istediğine ve nerden baktığına bağlı..  -
Çakıl taşlarına, hatta bazen sarp kayalara rağmen devam edersin yola… Bazen biraz yavaşlar, belki de duraklarsın.. Ama her duraklamanın ardından; Umutların biraz daha yavaşlamış ve hayallerin biraz daha azalmış olarak devam edersin yola, yeniden, hatta belki de yeni baştan… Sonra bir yerlerde, yavaşlayan umutların yeniden hızlanır ve habis bir kanser tümörü gibi hızla yayılır, tükenen hayallerinin yerini yenileri alır.. Acılarının dindiğini, yüreğindeki yaranın artık kanamadığını hatta üzerinde kalın bir kabuk tabakasının oluştuğunu fark edersin, belki çok sonra… Ve ardından kabuk düşer, kırmızı bir yüzey kalır yalnızca o sızılı yaranın yerinde... Zamanla geçer mi bilinmez.. Yapılabilecek tek şey, yarayı kaşımamak.. Kuruyup dökülmesini beklemek…  Küçükken, yaralarımın kabuk tutmasına bile izin vermeden kaşırdım, deliler gibi.. Annem her seferinde kızardı.. “Yapma, iz kalacak” diye.. Ama öyle güzeldi ki kaşımak, bir türlü engel olamazdım her defasında…  Anısı hala bende, yüzümde azda olsa, sihirli birer oyuk gibi…
Şimdi bile kaşırım; Hem yaramı, hem yüreğimi…
Ama sen, sakın  Yüreğini Kaşıma, olur mu?

Gün'e Bakan..

Oysa şimdi hep kaldığı yerden başlıyor sabahlar…  Kafamı yastığa koyduğum zaman ki gibi, bıraktığım yerden, kaldığım yerden başlıyorum yaşamaya, yaşatılmaya…. 
Yorgun, silik ve bezgin…..
Pırıl pırıl, umut dolu yepyeni bir güne değil….
İçinde minicik bir umut kırıntısı bile olmayan, hiçbir saatinin hiçbir salisesinde, mutluluğa rastlamamış bir düne uyanıyorum…
İçimde; baktığım, duyduğum, gördüğüm yerler misali akan, durduğum yerlere zehirli sarmaşıklar gibi kök salan o karanlık dışında, başarmış yine Güneş tüm karanlıkları silebilmeyi… Çiğli yapraklarda göz kamaştırıcı ışığı parıldıyor yine…
Bir çiçek olabilseydim bende keşke, ayçiçeği misali yüzünü güneşe dönebilen….
Yağmurlarla ıslanan, topraklarla beslenen, güneşle ışıldayan bir çiçek….
–Bazı yerlerde günebakan diyorlar biliyorum, hem bunu anlarım ama Güneşe dönük olduğu halde, neden ayçiçeği deniyor, anlayamadım....-
Yalnızca suya, toprağa ve güneşe ihtiyaç duyan bir çiçek olsaydım keşke… Olabilseydim....
Kim bilir ne hissederdim.. Şimdi yüreğimin tam ortasında duyduğum bu hüznü, başından sonuna kadar tüm damarlarımda duyar mıydım? Duyar mıydım sence? Hüznümü, bu ince sızımı ve bu gözyaşlarımı incecik damarlardan sığdırıp, akıtabilir miydim toprağa? Güneşle bütünleşip yıldızlar saçabilir miydim dünya ya sence? Ne dersin...